Trabzon’da bir dolandırılma öyküsü

Eminbey, bu sitede adından sıkça söz ettiren kişidir, zaman zaman ama
şimdiye kadar hep “sustuğu”, en yakınlarına bile anlatmadığı, ama içten içe
hep kendisini sömüren o “kullanılma” duygusunu bir kenara bırakıp,  sırf
“etik” olmaz diye bugüne dek sustuğu ve anlatmadığı dolandırılmasının
hikayesini anlatacak bana. Tabiî ki bende siz sevgili, saygıdeğer
okurlarımıza bir “ibret vesikası” olsun babından aktaracağım. Önce biraz
eminbey’den söz etmeliyim, nasıl biridir, bunu dolandıran o “arkadaş”
bildiği ama hayatının en büyük darbesini yediği o insanlar, aslında bu
Eminbey’in ,“iyiniyetini” nasıl istismar ettiler, onun hikayesini
aktaracağım. Belki sizlerinde vardır o tür “arkadaş”ları, hani eminbey’in
canı yandı, bari başkalarının başı yanmasın diye..

 

 Eminbey, işçi emeklisi bir insan. Ama cebinde taşıdığı bankaralara ait
kredi kartlarının limitleri çok yüksek. Mesela sizler, yanı bu yazıyı
okuyanlar olarak kaçınızın bir bankadan eski değerlerle 18 milyar, şimdiki
değerle 18 bin liralık, bir diğer bankanın 6 bin 100 lira kredi kartı
limitiniz var? İşte eminbey’in böylesi bir itibarı var bankalarda. Zaten o
“arkadaş” bildiği insanların da umuru, zaten eminbey değilmiş, o kredi
kartlarının limitleri imiş. Zaten Eminbey’in bunu anlaması da, o kredi
kartlarındaki tüm limitlerin kullanılmasından sonra oluyor. Ama iş işten
geçmiştir. Sonrası icralar, mahkemeler, hacizler vs.iki çocuğu var
Eminbey’in, kızının düğünü olacak, oğlu üniversite öğrencisi ve “arkadaş”
bildiği insanların acımasızca bir planına kurban ediliyor. Anlatıyor eminbey;
Bir sigara dağıtım şirketinde çalıştığı sırada tanıştık Mustafa
Özay Küçükertunç
ile.genel de Özay adını kullanıyor. O firmadan
ayrıldıktan sonra ortağı  ile Özçaba adında kurdukları bir gıda toptancısı şirketin post
cihazı ile yanıma geldi. ‘bir çekim var takasa düşecek, bana para lazım,
varsa 7 milyar versen’ dedi. Param yok dedim, o zaman ‘kredi kartın var mı
dedi’,  var dedim. Elinde post cihazı, yalvardı yakardı 7 milyar çekeyim,
‘iki gün sonra sana veririm’ diye yeminler etti, inandım. Verdim kartı. Hani
dara düşmüştür, arkadaşımızdır, yalan söylemeyi de beceremem. Çekti bir
güzel, slipini de bana verdi, gitti. Gidiş o gidiş oldu. Sonra telefonla
aradım, ‘abi çek vardıya, senden çektiğim paraya da banka el koymuş,
alamadım’ diye mazeret bildirdi. Yine yanıma geldi, yalvar yakar, o 7 milyar
yerine 7 milyar daha karttan çekip, ona takla attırarak önceki çektiği 7
milyarı ödeyecek karta güya, ama o da gitti. Bu kez, ‘bizim elemanlar akşam
saatlaeinde dönüyor abi, ben senin paranı elemanlar gelince gece yatırırım,
sen bana kartların şifresini de ver, ben hallederim’dedi. Tamam dedik, orada
teslim olduk.Meğer, adam bizim bankalardaki limitlere göz dikmiş ama hala
anlamıyorum tabi”

 

 Bir başka gün bu kez Özay’ın ortağı elinde post
cihazı ile geliyor Eminbey’in yanına. “beni Özay gönderdi, 7 bin liraya acil
ihtiyacımız var, çek benim adıma düzenlenmiş, mutlaka ödenmesi gerekiyor “
diye yalvar yakar, ona da yok diyemiyor eminbey, ve 7 milyar lirada ona
çektiriyor. Fakat, Umay, özay’dan daha ciddi, daha dürüst ve daha sözüne
güvenilir bir insan imajı çiziyor. Bizim eminbey’de zaten buna aldanıyor, ve
“Özay’ın ortağı, yanlış yapmazlar” diye umarak veriyor kredi kartını.
Ardından kartların ödemelerinin günü gelince  Özay Küçükertunç ,
tüm kartları bir kart.……….yazının
devamı için tıklayınız

Bayburt, “Doktor yılan”larından utanıyor mu?

M. Kemal AYÇİÇEK- 16 Mayıs 2011
Kimileri bu başlığa
bile kızabilir, öyle ya “Bayburt-Yılan” yan yana getirilir
mi? Ya da, yılanların ürkütücü bir hayvan olması, tüm
kızgınlıklarımız da ve nefret ifadelerinde “yılan”ı olumsuz
cümlelerimiz de kullanıyor olmamız, ister istemez Bayburt
ile Yılan’ın yan yana getirilmesine de tepkili olunmayı
gerektirebilir. Fakat, tüm olumsuz bakışların aksine Bayburt
ile Yılanları bağdaştırmanın çok da kötü algılara yol
açacağını düşünmüyorum.

Sivas’ın Kangal
ilçesindeki balıklı kaplıca da “Doktor balıklar” a inanılıp,
onlarla şifa dağıtıldığının tüm resmi kaynaklarda yer almasına
karşın, Bayburt’un Kırkpınar (çıphınıs) köyünde her yıl Mayıs
ayının ortasından  (20 Mayıs ile 5 Haziran) Haziran ayının ilk
haftası sona eren “Yılanlı tedavi” son 20 yıldır sürüyordu.
Şimdi buna  Bayburt valiliğince “Yasak” konmuş. o yasağı ben ne
o köye ne de Bayburt’a yakıştıramadım açıkçası. Saçma, anlamsız
ve gereksiz bir yasak yani.

 

 

“Bayburt Valisi
Kerem Al, AA muhabirine yaptığı açıklamada, “Yılanlardan şifanın
tıbbi olarak mümkün olmadığının belirlenmesi üzerine valilik
olarak bu konuyu yasakladık. Yılanla tedavi yapanları tespit
edersek haklarında yasal işlem başlatacağız. Her yıl mayıs
ayında basında yer alan yılanla tedavi edilen insan görüntüleri,
hem Sağlık Bakanlığımızı, hem de valiliğimizi rahatsız
etmekteydi. Bunun için tıbben mümkün olmayan böyle bir şifa
arayışını yasakladık. Bu işin turistlik bir yanı da yok. Eğer
olsaydı yasaklamazdık” demiş..

 

 Gerekçeleri arasında
“yılanlardan şifanın tıbbı olarak mümkün olmadığının
belirlenmesi” ve “basında yer alan yılanla tedavi edilen insan
görüntüleri, hem sağlık bakanlığımızı ve hem de valiliğimizi
rahatsız etmekteydi” gibi ifadeler var.

 Şimdi sayın Vali Al’a
sormak lazım, o yılanların tedavi edici olup olmadıkları
konusunda valilikçe bilimsel bir çalışma yapılmış mı? (üstün
körü ve de günümüz doktor mantalitesi dışındaki bir anlayışla,
hani şifalı bitkiler karşıtı bir dayatma ve mantık ürünü)……………………….yazının devamı için tıklayın

Şimdi de YGS’de skandal öyle mi?

M. Kemal AYÇİÇEK – 4 Nisan 2011 

 

 

Geçen yıl yazmışım,” ÖSYM’ye “neşter” lazım!
Başlıklı yazımı..


Ağustos ayında..aradan bir yıl geçmeden, Neşter vurulmuş olan
bir kurumdan yine “pis” kokular geliverdi, yine YGS sınavında
yüzbinlerce öğrencinin umutları ile oynanan bir skandal
atılıverdi ortaya..Eğer, ortaya atılan iddiaların yüzde bir bile
olsa doğruluk payı varsa, yazık çok yazık yani..ister istemez
insan hemen “ah şu yöneticiler” demeden kendini alamıyor.şimdi
de YGS’de skandal öyle mi?!

 

Allah’dan hemen olay üzerine Ankara Cumhuriyet
Başsavcılığı inceleme başlattı da kabaran yüreğim, bir nebze de
olsa rahatladım. Haberlerde “YGS’de “şifreli kopya” iddialarına
ilişkin olarak Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı inceleme başlattı.
1.5 milyon öğrencinin girdiği Yükseköğretime Geçiş Sınavı’nda (YGS)
basına dağıtılan kitapçıkta Temel Matematik testindeki cevap
şıklarının şifrelendiği öne sürüldü.
Basında yer alan iddialarla ilgili
gün içinde Öğrenci Seçme ve Yerleştirme Merkezi’nden (ÖSYM)
yalanlama geldi. Akşam saatlerinde ise iddialara ilişkin olarak
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın inceleme başlattığı haberi
geldi. “Şifreli Kopya” iddiasıyla ilgili olarak başlatılan
soruşturma kapsamında soru kitapçığı ÖSYM’den istenecek.
İncelemenin KPSS’deki kopya iddialarına ilişkin soruşturma
kapsamında yapılacağı öğrenildi.” Deniliyor. Bu güzel gelişme
ama. Facebook’ta yazışan öğrenciler, haklı olarak
isyanlardalar..alın birkaç örnek;  ………………………………yazının devamı için tıklayın

 

Ve SP’de beklenen oldu!

 

Bir yıl önceydi, bir yazı yazmıştım ama o yazıyı yazarken Saadet partisi’nde muhtemel kongre için Ekim 2009 gibi bir tarih konuşuluyordu ama o kongre 11 Temmuz 2010’da gerçekleşti. O kanatta görülmemiş bir kongre oldu. Yani14 Mayıs 2000’deki Fazilet Partisi kongresini bile arattı denilebilir. Saadet Partisi’nde bile böyle bir kongre yapılabiliyor olması, Türkiye’nin Dün’ü ile bugün’ü arasındaki değişim ve dönüşümü izaha yetiyor sanıyorum. O nedenle geçen yıl ki yazımı yeniden yayınlama gereği duydum.(18 Temmuz 2010 mka)

 

 

“Numan Kurtulmuş’un planı ve İcraat Kabinesi

 

M. Kemal AYÇİÇEK – 4 Mayıs 2009

 

Başlığa koyduğum iki ayrı konunun normalde birbirleri ile uzak yakın bir alakası yok ama biraz derin düşünüldüğünde dileyen bir bağda kurabilir. Son yerel seçimlerde oy oranını artıran Saadet Partisi Genel Başkanı Numan Kurtulmuş’un henüz kamuoyuna yansımamış planından söz edeceğim. Tabi bunlar, biraz da gözleme dayalı algılamalar. Daha sonra da AK Parti’deki kabine revizyonunundan ne anladığımı ortaya koyacağım. Şu Dilber hala diyesi, “Beğenenler alsın, beğenmeyenler..” falan da demeyeceğim.

 

Necmettin Erbakan’ın İran gezisinden sonra Saadet partisi’nde farklı sesler yükseldi. Bunlar olağan şeyler. Türkiye eski Türkiye değil ve Erbakan’ın da Saadet Partisi’nin başında dünya gözüyle oğlu Fatih Erbakan’ı görmek istediği gün gibi ortada. Her ne kadar Saadet partisi’nin mevcut Genel başkanı Numan Kurtulmuş, “emanetçi genel başkan değilim” dese de partinin eski kurtlarının partiyi Numan Kurtulmuş’a bırakmayacağı da bir gerçek.Saadet’te Recai Kutan’ın Genel başkanlığına içten içe partinin alt kademelerinden yapılan baskılar sonucu istenen Numan kurtuluş, Genel Başkan oldu. Oldu ama kendisi dilediği ve istediği bir yönetim yerine Saadet’in o eski kurtlarının, ya da perde arkasındaki esas yöneticilerinin (Oğuzhan ASİLTÜRK, Şevket KAZAN, Bahri ZENGİN,   Cevat AYHAN,  Hasan AKSAY,  Lütfi DOĞAN,  Av. Yasin HATİPOĞLU,   Teoman Rıza GÜNERİ,  Temel KARAMOLLAOĞLU,  Süleyman Arif EMRE,  Ali GÜNERİ) de etkisinden partiyi kurtarmak isteyeceği ayrı bir gerçektir.

 

Bilgisayar kuşağının önceki dönemini çağrıştıran Saadet Partisi’nin egemen isimleri, elbette son yerel seçimlerde oy oranını yükselten Numan Kurtulmuş’a , “tamam  genel başkan aynen devam et” derlerse o zaman Erbakan’ın oğlu Fatih Erbakan’ın Partide etkin bir görev alması ve muhtemel Genel Başkanlık yarışlarına girmesine razı olmuş olacakları anlamına gelecek. Ama Saadet Partisi’nde de Fatih Erbakan’ın Genel başkan adayı olarak Numan Kurtulmuş’un karşısına çıkması da “babadan oğla geçen monarşik “ sistemi çağrıştıracağı için, yeni nesil yani bilgisayar kuşağının buna tabi olarak itirazda bulunmasını karşılarına almış olacaklar ki, böyle bir görüntüde onlara hayır getirmeyecek. Onun için Saadet Partisi’nde böylesi bir ortamı oluşturmadan partideki hakimiyetlerini sürdürme çabası içinde olacaklar. Peki ama buna şimdiki Genel Başkan Numan Kurtulmuş, nereye kadar razı olacaktır?

 

Tabiî ki kongreye kadar. O kongre tarihi belki şimdi henüz belli değildir ama en kısa zamanda yapılacak bir kongre ile Saadet Partisi’nde işte bu “derin mücadele” bitirilecek. Saadet partisi’nin Genel Başkanı Numan Kurtulmuş, günümüz Dünya’sını, dünde olduğu gibi okumaya çalışıp, politika üreten değil bugünün reel politiğini doğru algılayıp, uygulamaya koyacak bir ekibini kurarak, o kongrede eskiye dair ne varsa, hepsinden helallık alıp tasfiye yoluna gidecek. Yani, duygusal anlamda Milli Nizam partisi ile başlayan ve MSP, Refah, Fazilet ve bugün Saadet Partisi adına gelen “Milli Görüş” geleneğini, tamamen Prof. Dr. Necmettin ERBAKAN etkisinden kurtaracak yeni bir yapılanmaya gidecek. Saadet Partisi’nden önce bunu Fazilet Partisi’ndeki o “yenilikçi” denilen ama çok az farkla kongreyi “gelenekçi”lere karşı kaybeden bugünün Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve şimdi çiçeği burnundaki Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcı Bülent Arınç yapacaklardı. Onlar bunu başaramadıkları için AK Parti’yi kurdu ve iktidar oldular. Onlara “gömlek değiştirdiler” denilen Saadet Partisi’nde bu kez Numan Kurtulmuş ve arkadaşları “gömlek değiştirmeden” işi sıkı tutarak, kongrede Saadet Partisi’nin yürüyüşünü sürdürmeye çalışacaklar. Başka türlü yapamıyorlar çünkü!

 

Gelelim yeni kabineye

 

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın açıkladığı yeni Ak Parti Hükümeti’nin yeni kabinesi, Türkiye’de konjoktürel zaman kaybını giderecek ve icraatların hızlanacağı bir yeni kabinedir ve tam da AK Parti’nin mayasını temsil etmektedir. Bu Kabine de eski TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın yer alması, bundan sonra yapılması gereken ama sadece sözü söylenip, yapılamayan değil artık hangi söz nerde verilmişse bunların tümünün gerçekleştirileceği anlamına gelmektedir. Daha önce “Anayasa değişecek” denmiş ve değiştirilememişse, işte bu şimdiki kabine de olmayacaktır. Bu Kabinede verilmiş her söz, icraata dönüştürülecek demektir.

Bülent Arınç’ın kabinede yer almış olmasının açıkça izahı budur. Çünkü, Bülent Arınç, AK Parti’nin “Parti” olmasının temel taşlarından biridir. Bunun temeli, 2000’deki Fazilet Partisi’nin kongresine dayanmaktadır. AK Parti’nin kuruluş gerekçesi, o Fazilet Partisi kongresinde Bülent Arınç’ın olağanüstü duygusal ve de kardeşane yaptığı konuşmanın neticesindedir. Ama orada oyuna getirilmiş olmaları, Konya grubunun prokovatif tavrı, AK Parti’nin kuruluşunu zazuret haline getirmişti. Ve bunu el ele vererek gerçekleştiren Parti’nin “derin abisi”dir Bülent Arınç. Onun için yeni kabine de bu  “derin abi”nin yer almış olması, AK Parti’nin son yıllarda bir takım “katagulleler” yoluyla engellenmiş icraatlarının da yeniden hayata geçirilmesinin garantisidir. Sizlerde izleyin bakın, hani ilk yıllarında toplumda heyecan yaratan icraatları ile halkla bütünleşen iktidar partisi, sanki son iki yıldan beri halkın dertleriyle uğraşmaktan çok kendi derdine düşmüş ve de kendi canını kurtarma çabalarına girdiği için kendilerinden beklenen icraatları da gerçekleştiremedi. ….……………..yazının devamı için tıklayın

ÖSYM’ye “neşter” lazım!

 

M. Kemal AYÇİÇEK – 23 Ağustos 2010 

 

“Radikal’in haberine göre Devlet memuru olmak isteyen 800 bin adayın ter döktüğü Kamu Personeli Seçme Sınavı’nda (KPSS) soru veya yanıtların sızdığı iddiası, ‘güçleniyor.’ Radikal, 10-11 Temmuz’da yapılan sınavın şampiyonlarını mercek altına aldı. Radikal’in resmi kaynaklarda yaptığı kontrollere göre ‘KPSS şampiyonları’ndan (120 sorulu sınavda 110 ve üzeri net yapanların) en az 20’si, aynı evde yaşayan evli çiftler, kardeşler veya ev arkadaşları.”

 

Bu ülkede doğru-düzgün hiçbir şey olmayacak mı diye geçiyor insanın aklından. Yıllarını alnının akıyla çalışıp, çabalayarak, anne ve babalarının büyük fedakarlıkları ile üniversiteleri bitirip, bu ülkede namusu ile geçinmenin mücadelesini veren insanlar, memur olmak için bir sınava giriyor. Sınav sonuçları açıklanıyor, konulan barajı aşanlar, sonuçlara seviniyor. Barajın altında kalanlar, kendi muhasebesini yapıp, daha fazla çalışması gerektiğine kendini inandırıyor ve tevekkül ediyor. Ama siz, böyle bir sınavda, soruların önceden birilerine verildiği-satıldığı gibi bir kanıya düşürecek bir sonuçla karşılaşırsanız, o sınava girmemiş bile olsanız ne dersiniz? Bu sınavı yapanlara, o sınav sorularını çalanlara, eş-dost ve akrabalara veya arkadaşlara satanlara(!) veya verenlere veya tüm bunlara seyirci kalanlara sövüp saymaz mısınız? Bu nasıl bir sistemdir böyle? Bu nasıl bir ÖSYM’dir Allah aşkına? Bunların amirinde, memurunda vicdan denilen bir insani his yok mudur? Bu ne sorumsuzluktur böyle?

 

ÖSYM Başkanı Ünal Yarımağan’ın bu kadar çok sayıda ‘çift’in birlikte tam puan yapmasına, KPSS ile ilgisi olsun veya olmasın tüm vicdanları rahatlatacak bir açıklama yapması ve gereğini de behemahal yapması gerekir. Bu ÖSYM’nin kırılan ilk testisi de değildir. Milli Eğitim Bakanlığımıdır sorumlu, yoksa sadece ÖSYM başkanımıdır, her kimse veya kimselerse mutlaka Sınavlardan sorumlu bu ÖSYM’ye bir netlik kazandırmalıdır. Bu ÖSYM, tüm sınavlardan sorumlu bir kurum olarak bu işi eline yüzüne bulaştırmaktadır.Artık, ÖSYM’nin bu gayri ciddi icraatlarına dur denmelidir. Kimsenin alın teri üzerinden birilerinin akraba-eş-dost-arkadaş kayırmasına izin verilmemeli ve bugüne kadar yapılan sınavların da yeni baştan gözden geçirilmesi mümkünse yapılmalıdır. Haksız uygulamaların hesabı da hemen sorulmalıdır. Görevini hakkı  ile yapmayan her kim olursa olsun gözünün yaşına bakılmaksızın da o görevlerden alınmalıdır. Böyle saçma sapan bir sisteme daha fazla katlanılamaz!

 

Tamam,

“MAAŞLAR DA DÜZENLİ DEĞİLMİŞ

 

YÖK’ün de ÖSYM’nin de bütçeleri ve kadroları farklı. Sınav ve kılavuz geliri 180 milyon lirayı bulan merkezde, il bütçesi oluşturulamadığından düzenli bir maaş yok. Başkan ve sözleşmeli müdürler hariç, sınavda görevlendirilen memurların ücretleri kılavuzlardan elde edilen gelirle ödeniyor. Geliri kullanamayan ÖSYM, kazandığı parayı YÖK’e aktarıyor.

 

ŞUBELER DE AÇILAMIYORMUŞ

 

Kurumun binaları da YÖK’e ait. Ziraat Bankası’ndan dört yıl önce alınan ve 10 milyon TL harcanarak yeniden düzenlenen, İstanbul 4. Levent’teki İl Başkanlığı binası, kadro olmadığı için açılamıyor. Aynı nedenle, İzmir’de alınan binada da hizmet verilemiyor. Bu binaların ÖSYM’deki hataları nasıl etkilediği ise merak konusu oldu.

 

Bilindiği gibi YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in görevlendirmesi ile başkan olan Yarımağan’ın kadrosu Karabük Üniversitesi’nde. İddiaya göre maaşı, mesaileriyle 350-400 liraymış.

 

Yine gazetenin yorumuna başvurduğu bir haber kaynağı, ÖSYM’deki başarıların tamamı Başkan Yarımağan’ın özverileri sayesindeymiş.”

 

 Ne olursa olsun bu işin, alın terinin, onca emeğin böylesine sorumsuzca heba edilmesi gibi skandallara sebebiyet vermesine göz yumulamaz. Yani bu işin mazereti olmaz ve kabul edilemez. Sayın Yarımağan, tüm bu yükün altından kalkamıyorsa veya oyuna getiriliyorsa da ona da göz yumulamaz. Bu iş, tüyü bitmemiş yetimin hakkını yemekten başka bir şey değildir. Böyle haksız, usulsüz, sorumsuzca bir görev anlayışı da olmaz. ÖSYM’ye acilen bir çekidüzen verilmeli ve neşter vurulmalı ve bundan sonraki tüm icraatları da mercek altına alınmalıdır. Kimsenin hakkı yenmesin, kimsenin hakkının yenmesine de izin verilmesin. ..……………………yazının devamı için tıklayın

Telgraf memurunun telefonu

 

 

M. Kemal AYÇİÇEK – 19 Eylül 2010

 

 

Türkiye hızlı bir değişim süreci yaşıyor. Bu hıza yetişene aşk olsun. Bu insan kalitesi ile bu hızdaki değişim, zaman zaman değişime yetişemeyen kurumları da ne yazık ki deşifre ediyor. Değişimi kaldırabilen kurumlar hızla ilerliyor, sorunları aşıyor ama bu değişime ayak uydurmakta zorlanan kurumlarda sırıtabiliyor. Tabiî ki kolay değil, mevcut kurumlarda o hantal Devlet anlayışının günümüz şartlarına personeli ile de uyum sağlayabilmesi, ancak kurumlarda görevli olan insanların da bu değişimi kavraması, o değişime uygun kendini geliştirmesi ve tabiî ki kurumun da alt yapınsın buna hazır olmasıyla alakalıdır.

 

İstanbul’da asker arkadaşım Ahmet Karakaş, oğlu Emrah’ı evlendiriyor. İki hafta öncesinden adres almak için telefonla aramış ve konuşmuştuk. Biz  askerdeyken  güya evlenir ,çoluk çocuk sahibi olur, ardından güya onları evlendirir gibi hayaller kurardık.Biz askerken, bugün ki gibi terör yoktu ülkemizde, 12 eylül olmuş, ülke birden bire huzura kavuşmuştu ya,  bizim dönem de ne kadar tecilli vardıysa, ne kadar askerlikten korkan kaçanlar vardıysa hepsi de asker oluvermişti. Biz zamanında askerliğe giderken tertiplerimiz daha çok yaşça bizden de büyüklerden oluşuyordu. İş o dönemler, konuşacak neler varsa kendimiz hayallerle geçiştirirdik o günleri.

 

Gerçi biz taburda ve bölüklerde görevlerdeydik. Askerliğimiz de kimimiz bölük komutanı postası, kimimiz yazıcı, kimimiz kademe kimimiz tugay yazıcısı gibi ben mesela 14 ay yemekhaneci idim,Ahmet, acemi yazıcısıydı kısaca geri hizmet görevlerindeydik.Aynı acemi birliği, aynı usta birliği ve aynı bölükte aynı koğuştaki samimi arkadaşım bu çocuğunu evlendiren. Ama gidemedim, mazeret bildirdim. Derken düğün günü geldi, bende gidemedim bari bir telgraf çekeyim dedim. İnternetten Emrah’a da Facebook’tan mazeretimi belirtmiştim. Baktım internetten PTT’nin telgraf hizmetleri de online olmuş. Yani internet üzerinden de telgraf çekebiliyormuşuz. Oh ne güzel dedim. Daha önceleri de telgraf çekmem gerektiğinde arıyorduk postaneyi, oradaki telgraf görevlisi sorular soruyor, metni telefonda oluşturuyorduk ve tamam diyor gönderiyorduk.

 

PTT’nin internetten telgraf duyurumunda bu hizmet için, ;

“    İNTERNET ÜZERİNDEN TELGRAF DÖNEMİ BAŞLADII ……

 

 Telgraf Hizmetleri Yönetmeliği çağın ihtiyacına cevap verebilmesi için güncellenmiş ve Resmi Gazetenin 30/07/2009 tarih ve 27304 sayılı nüshasında yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.Telgraf Nedir?: PTT tarafından kabul edilen yazılı metnin elektronik ortamda iletilmesi ve belirtilen adrese dağıtıcı tarafından teslim edilmesidir.

Telgraf Hizmetleri Yönetmeliği doğrultusunda telgraf otomasyon sistemi ile gişelerden, (PTT İşyerlerinden) Fonotel, (141 servisimizden telefonla telgraf alınması ve ücretin telefon faturası ile tahsil edilmektedir.)”

 

Türkiye değişiyor ya hızla, telgraf hizmetinin internetten yapılıyor olması duygulandırdı açıkçası. Ne zamandır da telgraflık işim olmamıştı doğrusu, kuralını bile unutmuştum ama hatırlattılar yeniden.!Trabzon’dan İstanbul’a  İnternetten telgrafımı çektim, “ telgrafı onaylıyor musun”  şıkkını da işaretleyip, “ gönder”i tıkladım. Böylece bir yük sırtımdan atmış oldum diye rahatladım. Ama ne gezer..Aradan iki saat geçmişti ki bir işyeri telefonum çaldı. Buyurun dedim, “telgraf çekmişsiniz, bunu onaylıyor musun?” diye soran bir memur. Şaştım kaldım, “yahu, hala burada mısınız” dedim. “Ben o telgrafı gönderdim iki saat olmuş, şimdi Tuzla’da olması gerekmiyor mu?, siz nerden çıktınız?” diye sordum. Karşımdaki memur, “telefonunun başında dur, madem telgraf çekiyorsun, niye telefona bakmıyorsun?” diye de bana çıkışmaz mı? Oysa ben telefonun hep yanındaydım, telefonum çalmamıştı ve bir yere de gitmemiştim. Ama ben fırçayı yedim bir kere..

 

“Eee ne olacak şimdi” diye sordum karşımdaki telgraf görevlisine, “onaylıyor musun bu internetten yazdığın telgrafı” diye sordu. “Evet, tabiî ki ama yetişsin lütfen” diye ekledim. “sen merak etme, yetişir, yetişir de bir daha internetten telgraf çektiğin zaman telefonun başından ayrılma, internetten de telgraf çektiysen 141’i ara, biz de işimizi bilelim, burada iş yapıyoruz. Sizi mi arayacağız? Diye ikinci sitemini de vurguladı. Şaşkınlık içindeyim, “yahu” dedim, “benim internetten yazdığım ve gönderdiğim telgrafın sende ne işi var, maden sen çıkacaktın ve beni geri arayacaktın, ne diye internetten telgraf çektiriyorsunuz?” diye de sordum tabi. Ama karşımdaki telgraf memuru, biliyorum, onun sistemle ilgili bir etkisi yoktur ama madem o muhatabım burada söylemek geldi içimden.

 

Yani sizin anlayacağınız, öyle internetten telgraf çekiyorum rahatlığında olmayın, henüz sistem tam olarak oturmuş değil demek ki, internetten telgraf çektikten sonra bir de  o telgrafı çektiğiniz hatlı telefonun başından ayrılmıyorsunuz. İnternetten çektiğiniz telgrafın onayını hem internetten veriyorsunuz, ama ardından da telgraf memurunun sizi aramasını ve  onay talebini karşılayacaksınız. Kazara, o telefonun başında değilseniz telgrafınız gitmiyor demek ki. Böyle internetten telgraf hizmeti mi olur? Ben bunları yaşadıktan sonra o telgraf düğüne yetişti mi, yetişmedi mi daha da takip etmedim. Ha telgrafta ne mi yazdım, “ikisi erkek, ikisi de kız olmak üzere en az dört çocuk” dileklerimle mazeret beyan ettim o kadar.

 

Türkiye de oldukça hızlı bir değişim sürecini gerçekten yaşıyoruz, bu değişimin farkında olanlar var ama hala bu değişim sürecini anlayamayanlar da var. Kolay değil, çok geri kalmış bir ülkenin o geri kalmışlığını giderebilmek için oldukça hızlı bir süreç yaşanması lazımdı. Bunu yaşıyoruz. Aksaklıkları olacak ama bir başka gelişmiş Dünya ülkesinde internetten telgraf çekilip de ardından bu internette yaptığınız işlem için o hizmeti veren kurumdan internet dışından da bir onay mekanizmasının olduğunu sanmıyorum. Ama bizdeki değişim böyle ağır aksak ilerleyecek. ..………………..yazının devamı için tıklayınız

KTÜ Tıp fakültesinden gelen isimsiz mektup

 

 

M. Kemal AYÇİÇEK – 27 Eylül 2010 

 

Yayıncılara bir yerlerden istihbaratlar ulaşır. Bunlar kimi zaman telefonla, kimi zaman bir mektupla, bazen da iletişim mesajları ile.. Tabi bunların değerlendirilmesi yapılırken de eğer elinizde o işe uygun bir muhabir varsa, istihbaratı muhabire yönlendirirsiniz ve gereğini yapmasını ondan istersiniz. Ama ya fotoğraf çekme imkanı da yoksa o zaman bunu bir şekilde paylaşırsınız, şimdi tıpkı benim yaptığım gibi.

 

Yıllarca KTÜ (Karadeniz Teknik Üniversitesi) Tıp Fakültesi’nde bizlerde görev yaptık. O dönemler henüz gelişme sürecini tamamlamamış bir kurumdu tabi KTÜ Tıp Fakültesi. Fiziki şartları bile olgunlaşmamış, sadece bir bina ve içinde de o binanın ruhuna uygun öğrenci, öğretim üyesi ve yöneticileri vardı. O dönemler dediğim 1980’li yıllar. O günün kurumlarında “madde” ön planda değildi. Her şeye “para” gözü ile bakılmadığı için de rahatlıkla gidilebilir ve bölge insanının hizmetindeki bir kurumun bulunduğundan daha da ileriye gitmesi için ister istemez destek de olurdunuz. Peki ya şimdi? Neredeyse özel pasaportla gidilebilir, çevresi sarılmış, her yanından sizden ne yapıp edip mutlaka bir “kazanç” elde etmeyi hissettiren bir kurum!

 

Peki ya hastalarınıza yaklaşımı? Diye soranlara ben belki bir refleks gereği “aman ha” diyorum, geçmişte çok yakınlarımı orada kaybetmişliğin belki bir küskünlüğü ile..babamın mide ameliyatından tutun bacanağımın kanser tedavisine kadar..Adı cezp ediyor olacak ki, kimilerinin gözünde çok abartılı yer edinmişliğini görüyorsunuz. Oysa, KTÜ Tıp Fakültesi, aslında bir okul. Temel işlevi, bu ülkeye doktor yetiştirmek. Ama bölge de adı her nedense sanki diğer tüm hastanelerden daha önemli, doktorları da hep Profesör’lerden oluşan bir hastane algısı var. Evet, Porf’lar var, var ama o Prof’ların altlarında yetişmekte olan öğrenciler var! O öğrencilerin de ister istemez, öğrenim alanındaki uygulama sahası da KTÜ Tıp Fakültesi hastanesine gelen hastalar..

 

Tıp alanındaki yerini konumunu küçümsemiyorum ama mutlaka o kurumun yöneticileri de orada hizmet veren onca Prof, Doç, Dr veya intörn yani öğrenciler de mutlaka iyi niyetle görev ve sorumluluk anlayışı ile hastalara yaklaşıyordur, ona da inanıyorum ancak gelen şikayetleri de sizlerle paylaşmadan edemiyorum. Nitekim, insanlar, durup dururken kalkıp herhangi bir kurumdan yakınmazlar. Demek ki bir yerler de bir bityeniği vardır. Umarım, KTÜ Tıp Fakültesi’nin yöneticileri, yapılan şikayetleri dikkate alırlar ve insanların daha şikayetsiz ortamlarda hizmet almalarına yönelik gayret sarf ederler.

 

Bu şikayet bana 18 Eylül’de ulaştı. Okuyunca içim burkuldu, bir tuhaf oldum. Gerçekten de böylesi bir yakını ile bu kuruma gidip gelmemiş olanların bunu anlaması zordur ama anlayan insanların da bir yerlerden gelen feryatlara kulak vermesi, insani bir görevdir diye düşünüyorum. İşte o gelen mektup;

 

“LÜTFEN DİKKATE ALALIM………………… Trabzon gibi Türkiye’nin gözde ve önemli şehirlerinden birinin kanayan yarasına dikkat çekmek istiyorum; KTÜ Farabi Tıp Fakültesi Psikiyatri Servisi Trabzon’da Tıp Fakültesinde girildiği zaman insanın iyileşmek için yattığına pişman olduğu bir servis diyerek söze başlıyorum. Affınıza sığınarak şunu belirtmeliyim ki; ahırdan bozma, izbe bir yerde, bir köşede bırakılmış bakımsız bir yer. Hangi problem daha önemli bilemiyorum ama sıralamayı ben yapayım kararı siz verin.

 

 

1-Nazi Almanya’sı toplama kampını andırıyor. Hastalar günlerce kapalı ortam tutuluyor. Balkon denen ancak inşaat alanına bakan bir yer var. Balkon camları yılların vermiş olduğu ve Psikiyatri servisinin genel ortamına uyum sağlama adına dışarı net göstermeyecek kadar kirli

 

2- Mutfak adı verilen ama mutfaktan başka her şeye benzeyen bir mekan. Hem uğraş saatinin yapıldığı hem yemeğin yendiği bir ortam. Yemek masasının örtüsü yıllarca yıkanmamış gibi

 

3- Tuvalet; iki kapısının bulunduğu ve dolayısı ile mahremiyetin ayaklar altına alındığı bir yer. İki kapısı olması güvenlik için olabilir ama bir ikaz ışığı konamaz mı?. bu insanlar aklı melekelerini kullanmıyor olabilir ama mahremiyetinde farkında olan hastalarda olumsuz etkileniyor

 

 4. Hastalara sanki hasta olmaları kendi suçlarıymış gibi davranılıyor. Günlerce bir ay iki ay yatan hastalar gün yüzü göremiyor.

 

5- Kadın ve erkek hastalar aynı ortamda yattıkları için bazen kadın hastalar erkek hastaların tacizine maruz kalıyor. İyileşmek için oraya yatan hastanın taciz olayından sonra ne kadar düzeleceği de sizin takdirinize bırakıyorum………………yazının devamı için tıklayın

 

 

Askeriyenin itibarıyla mı oynanıyor?

M. Kemal AYÇİÇEK – 1 Mart 2010

Türkiye’de gündem çok hızla değişiyor. Akıl almaz her biri bir diğerinden önemli ve tarihi denilebilecek olaylara tanıklık ediyoruz. Özellikle “Darbe” iddialarıyla ardı ardına gelen operasyonlar, gözaltılar, soruşturmalar, tutuklamalar herkesin pür dikkat, gündeme kilitlenmesine sebep oluyor. İnternet sitelerindeki haberlerde artık “flaş flaş” gibi spotlar, hemen her haberde verilir hale geldi.

Şüphesiz bende önemsiyorum olanları ama Türkiye, bir değişim sürecinde ve bu tarz olaylar, tüm evrimleşme  sürecindeki ülkelerde  yaşanır, bunlar normal olan gelişmelerdir. Belki evrim süreci, bilişim teknolojileri sayesinde bugün, eskisinden daha da hızla gerçekleşiyor ve biz bu evrimleşme sürecinin hızıyla olayları kavramakta zorlanıyoruz. Sürecin hızla dönüşümüne biz henüz kendimizi hazırlayamadığımız için bize garip gelebiliyor ve hayretler içinde kalabiliyoruz.

“Askeriyenin itibarı yerle bir oldu!” diyor bir arkadaşım, tabiî ki son gelişen olaylardan ürkmüş ve askerin yıpratıldığı kanaatini genişçe izah ediyor. Aklıselim düşündüğünden ve anketlerde “en güvenilir kurum” olan askeriyenin bu son olaylarla, güven kaybettiğini, bunu da vatanını ve de milletini seven hiçbir yüreğin kabullenemeyeceğini anlatıyor. Ben de dinliyorum, sözünü hiç kesmiyorum. “korktum ya, darbe geliyor diye uyuyamadım bile” diyor. Kendince haklı olsa da ben onu dinlerken gülüyorum, o bu kez de benim gülüşüme takıyor, “yanlış mı düşünüyorum?” diye soruyor. Haklı elbette ama ben onun yanlış düşündüğüne değil, kaygılarını belli bir mantık içinde tutarlı da buluyorum. Ne de olsa biz bu ülkede bu kadar gerilme durumlarıyla karşılaşmamıştık. Haklıydı. Gülüşüm, söylediklerinin bir çok kimseden de duyduklarımla örtüşmesindendi.

Yıllarca bu ülkede “asker”le ilgili ne tür haberler okuduğunu sordum, kışladan herhangi bir yolsuzluk, hırsızlık, ihalelerde kayırmacılık, iltimas, koruma veya kollama veya olumsuz haberleri sordum. “yoook evet okumazdık”.  Neden diye sordum? Bunu hiç düşündün mü? dedim ayrıca. Biraz düşündü, sonra bana “sen gazetecisin, vardıysa neden yazmadın o zaman?” dedi. Onlar, Gazeteciyi bir hayli abartıyorlardı tabi. Sanki gazeteci, Süpermen gözlerinde ama nerde?! Sahibinin sesinden tutun da bilmem kimin finosuna kadar uzadı bu meslek, bunu bilmiyorlar ki!

Soruya soruyla cevap veren insanlar, uyanık insanlardır, bilirim. “Yazmazdık, yazamazdık çünkü, biz her kuruma girebildiğimiz gibi askeriyeye giremeyiz ki, akredite olmamız gerekir. O da  Askerin bir basın toplantısı veya gezisini izleyebilmek için, kılı kırk yarar ve öyle kabul edilir gazeteciler. Bir defa akredite oldum o da kuvvet komutanlarının eşlerinin gezisine”

dedim.

Sohbete devam ediyoruz, “Hani Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisinin il başkanları toplantısında gazete patronlarına “vitrine koyacağınız insanlar” konusunda bir uyarıda bulundu ya, o uyarıyı Generaller bu ülkede yapma gereği bile duymazlardı!. Baksanıza 28 Şubat sürecinde açıkça tehdit edilen gazeteciler olmadı mı? O günlerin listeleri açıklansa da bu ülkede genelden yerele kadar hangi gazeteciler için hangi listelerin hazırlandığını da bu millet bir görebilse, ben de o süreçte bir gazetenin yazı işleri müdürlüğünü yapıyordum. Biz o günlerde balyozu yerken, sesimizi kendi cemiyetimizin başkanlarına bile duyuramıyorduk” diyorum. “ nasıl” diyor, “orasını karıştırma, uzun hikaye bunlar. Bunu bana meslektaşlarım sormadı ki, yaptığımız işten onlar anlar, sen dışarıdaki bir insan sana neyi nasıl anlatayım da sen de anlayasın” dedim.

“Ama kamuoyu araştırmalarında en güvenilir kurum askeriye çıkıyordu” diyordu ki, “e be kardeşim, hem akredite diyorum sen hala bana askerin güvenilir kurumluğunu söylüyorsun, askerin lehinde de haber yapacak olsan akredite değilsen sen zaten bilgiye ulaşamıyorsun ki?” diyorum. Sohbetin tadı kaçmasın diye daha da ileriye gitmiyoruz. Yani evinden asker vermeyen var mı bu ülkede, herkesin görev yaptığı bir yere güvenilmeyecek de nereye güvenilecek ti yani. Akıl ve mantık var. Her evden birisinin nerdeyse asker olduğu bir ülkede, kurum olarak sorulduğunda kime güveniyorsun diye sokaktaki seyyar satıcılara güvenilecek değildi herhalde.

Yaşanan son “balyoz” ve diğer olaylarda sürekli generallerin haberlerde yer almış olması, vatandaşta “askerin itibarı zedeleniyor” gibi bir algıya neden oluyor ama hayır, ben öyle düşünmüyorum. Asker, kendi içinde de yanlış yapanlar varsa bunları öncelikle kendisinin ayıklaması gerekirdi. Terfi dönemlerinde yapılan Askeri şuralarda bunlara da dikkat edilmesi gerekirken,  demek ki gereken yapılmamış ve bu iş yargıya kalmış. Biz vatandaş olarak, bu ülkeyi yönetenlere bakarken taraf olarak değil, görev ve sorumluluk altında olanlara, her bir görevliye, her bir mevkideki kişiye, elbisesine veya üniformasına bakarak değil, onları gözümüzde çırıl çıplak soyduktan sonra bakmalıyız. Soyun bakalım kafanızda Cumhurbaşkanını, Başbakanı, Genel Kurmay başkanını ve tüm görevliler, ne görüyorsunuz? Dizin hepsini karşınıza, yan yana koyun ve öyle bakın, ne görüyorsunuz? Varmı birbirlerinden farkı?General mi yoksa insan mı?  Yani siz insana bakarken nasıl bakıyorsunuz? Önemli olan bu  değil mi?

Hani bilirsiniz  Nasrettin Hoca’nın bir fıkrası vardı, “ye kürküm ye” diye;

“Hoca merhum, bir keresinde günlük elbisesi ile bir merasime iştirak etmişti. ..……………………………….yazının devamı için tıklayın

Çok güzel haraketler bunlar

 

M. Kemal AYÇİÇEK – 22 Şubat 2010

Hemen aklınıza Yılmaz Erdoğan’ın Kanal D’deki başarılı proğramı geldi değil mi? Haksız sayılmazsınız bende zaten ona gönderme yapıyorum. Türkiye’de son tartışmalara baktığınızda, her bireriniz “çok kötü hareket bunlar” diye bakabilirsiniz ama ben öyle bakmıyorum doğrusu. Bana göre Çok güzel hareket bunlar!

Erzincan ve Erzurum başsavcıları arasındaki kıyasıya rekabet, o Yılmaz Erdoğan’ın skeçlerine yansısaydı, orada bu konular işlenseydi bunlardan daha güzel ortaya konabilir miydi? Güya hukukçu bunlar, o tartışmalara katılanların hepsi..Yargıtay’dan, Danıştay’dan, Yarsav’dan hepsinden söz ediyorum. Sanki bir “Devlet” kurumları değillermiş gibi sanala dayalı açıklamalarıyla kendilerini hayretlerle seyrettiriyorlar.

Ben hukukçu değilim ama yani hani Erzurum özel yetkili Başsavcısı Osman Şanal, HYSK’nın kendilerinin yetkilerini ellerinden almasından sonra ellerindeki dosyaları İstanbul’a gönderdiler ya, o hukukçulardan etkili biri, “savcılar, tv ve internetten görevden alındıklarını öğrendikleri anda ellerindeki işi bırakmalıydılar” gibi garip bir cümle bile kullandılar. Yani o Erzurum savcıları, televizyonlardan haberleri izleyecekler ve o haberlerde de kendilerinin görevden alındıklarını duyacaklar ve ellerindeki işi bırakacaklarmış. Böyle garabet olur mu? Şimdi biz böyle hukukçular eliyle nasıl Türkiye Cumhuriyeti Hukuk Devleti’dir diyebileceğiz? Bunun anormal bir bakış açısı olduğunu anlamak için illa hukukçu olmaya gerek var mı? Yıllarca bize bu hukukçular mı “adalet” dağıttı bu ülkede? Devlet memuru, televizyondan görevden alındığını duyduğu anda elindeki işi bırakacak öyle mi? Yazıya, emir tebliğine veya yetkisizlik bildirimine yazılı bir gerekçe sunulmadan öyle mi? Ne farkı var şimdi bunların, “çok güzel hareket bunlar”dan hı?

Çok gördük bu ülkede “Güneş”e değecek gökdelenlerin o cenahlarca nasıl yapılabildiğini, “şirin”ce balıkların kasa kasa nasıl götürüldüğünü, Yargının yüksek makamlarından  dosyaların 10 yıl 5 ay “bir gün” gibi şifrelerle, yıllarca bu ülkede, “hak”kı “hak” getirecek, “bal” tutanların parmaklarını yaladıklarını, esefle izledik. Sanki sütten çıkmış ak kaşıklığa soyunuluyor olması,sırıtmıyor mu sizce de? Hukuk reformu gerekli bu ülkeye, hem de Dünya’nın en medeni hukuk sistemi gerekli. Artık halka, hakkını aradığında başka alternatiflerin beklentisi içinde olunmayacak, “adalet” kavramına gölge düşürmeyecek şekilde reform gerekli. Dürüst yargıçların bedeller ödediği bir ülke olmaktan hızla çıkıp, haksız yere başkasının malını kendi cebinde görmeyecek, cüzdan-vicdan arasında sıkışmayacak insanların görev yaptığı bir hukuk reformuna acilen gerek var bu ülkede. Şimdi bir düşünün bakalım, Türkiye’de “yargı”nın “çok güzel hareket bunlar”a konu olmayacak yanı mı kalmış?

Sanatçılara bu ülke cennet tabi. Konu sıkıntısı çekmiyorlardır. Levent Kırca’nın “olacak o kadar”ları, “Yılmaz Erdoğan’ın “çok güzel hareket bunlar”ı, Tolga çevik’in “Komedi Dükkanı”ı boşuna mı ……………………………..yazının devamı için tıklayın

Askerler, babasının hayrına mı askerdir?

M. Kemal AYÇİÇEK – 15 Şubat 2010

Öyle günlerdeyiz ki, her şeye sabırla yaklaşmak gerekiyor. Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, önce Hürriyet ardından da Habertürk’e içini döktü. “sabrımız taşarsa” diye de ekledi. Ardından da CHP lideri Deniz Baykal, “kulak verin bu çağrıya” diye hemen sahip çıkıverdi söylemlere. Oysa iki hafta öncesine kadar Ana muhalefet partisi Lideri aynı Baykal, “ya bu komutanı görevden al” diye başbakan Erdoğan’a çağrı yapıyordu. Bu nasıl ikilemdir böyle?

Askerler için bir söz vardır hani, “asker, asker doğar asker ölür” diye, bilirsiniz. Tabi, asker ömrünü  savaş senaryoları ile geçirir. Başkaca meslek bilmez ki, emekli olunca ne yapsın? O kendince vazife edinir ve de resmiyette olmasa da kendince askerliğini sivil de de sürdürür. Çünkü, o sivilliğin ne olduğunu bilmez, yaşamamış ki nerden bilsin öyle değil mi? Askerin en iyi bildiği iş, silahların kullanılması, hangi silahın nerde kullanılması ve de nerde hangi silahın daha etkili kullanılabileceğini bilir, var mı başka bildiği?

Yani İstanbul’da yaşayan bir asker, emekli veya değil akşamları nereye gider, Taksim’e, Beyoğlu’na, İstiklal caddesine gider mi? Düşünsenize, sivilden insanlarla arkadaşlık kurmaktan çekinen ve salt bürokrasi içinde o da sırf kendi rütbe veya dengi insanlarla muhatap olan asker, emekli olunca sivil insanlarla nasıl selamlaşsın? Bunu gururuna yedirebilir mi? Resmi görevdeyken sıradan insanlara “tepeden bakmayı” vazife edinmiş bir rutbeli asker, emekli olunca kalkıp da o siviller arasına girer ve onlarla aynı ortamlarda takılabilir mi? Aslında, normal olan askerin görevli veya değil normalde toplumda bir normal birey olabilmesidir ama ülkemizde maalesef bu, oluşturulmuş fiziki mekanlarla ayrıştırılmıştır.

Onun için askerin gözünde siviller, daha bir zenci olabilirler. Bakışlarda o sezilir zaten, adam camiye gitse de oraya bir nizam intizam getirme peşine düşünce zaten belli eder kendini. Oysa sivillikte “sabır” vardır. “uyum” vardır, yaşadığın çevreye ve topluma ama bu onlarda “mahalle baskısı” gibi dışa vurur. Onlar hayata, kendi gözlükleriyle bakmayı bildikleri için normal sivil insanların bakışını pek algılayamaz ve de normal sivillerle birlikte olduklarında zaten sırıtırlar.

Daha önce de yazmıştım, asker, polis, gazeteci veya her hangi bir yerde görev yapan kim olursa olsun, bu ülkede özellikle birer “insan” olamazlar!. İnsan olurlarsa görev yapamazlar onun için öncelikle tercih yapmaları gerekir, insan mı Asker mi? Veya İnsan mı polis mi? Veya Gazeteci mi insan mı? gibi. Bir bakın hele, itfaiyecilik demiyorum. Çünkü itfayecilerin hayatı “insan”lık zaten. Onlar, yanan bir evi, dükkanı, oteli veya herhangi bir yeri sırf “insan”a zarar gelmesin diye canını ortaya koyarak söndürmek için görev yaparken, polis veya asker, duygularıyla hareket ettikleri zaman görevlerini yapamamış olurlar. Asker, “ben insanım” derse, gidip, bir başka insanı vurabilir mi? Polis de aynı, gazeteci de aynı. Gazeteci, “insanım” derse, yanan bir insanın önce canını mı kurtarır yoksa o yanan insanın fotoğrafını çekmeye mi çalışır? Önce yanan insanın fotoğrafını çekerse görev yapmış olacak, yok önce yanan adamı söndürmeye koşarsa bu kez de görevini yapmamış olmaz mı? Oysa gazeteciden beklenen cayır cayır yanan insanın fotoğrafının çekilmesidir.! (Şefi,müdürü,amiri onu bekler, başkası beklemese bile)

Asker, önce “insan” olsa, Dünya’da savaş olur mu? Ama asker, “önce askerim” derse, Dünya’da da savaşın olmadığı gün olmaz. Baksanıza, yok mu Afganistan’da savaş. NATO, en büyük katılımlı askeri harekata girişti diye haberler okuyoruz değil mi? Savaş, kime karşı? Başka “insan”lara karşı? Öncelikte düşünülen “insan” olsa, savaş olur mu? Demek ki bu savaşların arkasında “insan”lıktan başka sorunlar var veya amaçlar veya gayeler var. Öyle değil mi? Herkes insan olsa, bu insanları zaptı-rapt altına almak gibi bir düşünce olabilir mi?

ABD de ne diyor, “İran, bizim için tehdit, ortadan kaldırılmalı, nükleer silah yapmamalı, onların sağı solu belli olmaz, bunu durdurmalıyız” gibi bir mantıkla, “saldırıya” zemin aranmıyor mu? Dünyanın  “insan”ın ne olduğunu tümden anlaması lazım. Hala bir takım ülkelerde “insan” nedir bilinirken, bir çok ülke ki buna Türkiye’de dahildir, “insan” nedir hala bilinmiyor, bu bilinebilse hiçbir insana bu ülkede silah doğrultulamaz. Öyle değil mi? Çünkü, “yaşam hakkı kutsaldır” diye bilinir. Öyle olsa, tüm herkesin yaşam hakkının kutsallığına tüm dünyanın inanması gerekir. Yoksa  ABD’deki tüm insanların yaşam hakkı kutsal ama İran’da veya Irak’ta veya Filistin’deki insanların yaşam hakları hala kutsal değildir gibi bir mantıksızlık sergilenmez öyle değil mi?

Şimdi gelelim kendi konumuza, yani Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un .……………………..yazının devamı için tıklayın