Naber Aşkım!


M. Kemal AYÇİÇEK – 10 Ocak 2011 


Hafta sonunda zaman zaman şehir
dışına çıkıp, eksoz
dumanlarından ya da hava
kirliliğinden biraz olsun
kurtulup, şöyle havadar bir
yerde nefes tazelemek istiyor
insan. Bu genellikle silai rahim
kabilinden bir gelenek bizde
yıllardır. Hem ana baba
hasretini bastırmak, hem de
doğduğumuz yerlerle irtibatı
kesmemek adına alışkanlığımızda
denebilir.


 


Hemen yanımda kızım var. Arabada
müzik çalıyor ama bu arada kızım
telefonuna davranıyor. “Naber
aşkım” diye başlıyor
konuşmaya… Alıyorum telefonu
elinden, karşısındakine “nedir
yav, bir pazarımız var, onda da
rahat bırakmıyorsun, ne utanmaz
adamsın!” diyorum, ama karşımda
“çıt”yok.. belli ki şaşkınlık
var, “fırçamı yedim, ne demem
lazım şimdi” telaşında, biraz da
panik oluş eşlik ediyor
gibi..Gülüşüyoruz kendi
aramızda. Karşı tarafın haline
tabi ama kızım alınıyor tabi ama
çok ciddi bir alınganlık değil
bu . Hoş bir alınganlık..sonra
onlar devam ediyorlar, konuşma
bitiyor, kızım “selamı var”
diyor, hem annesine ve hem de
bana..Alıyoruz selamını..


 


Malum gençlik, günümüzde bir de
şu “bedava dakikalar” filan da
olunca, telefondan başka mesai
yok gibi. Hele yeni de
nişanlılık dönemi ki, ilk kez
yaşıyorlar ya böyle bir durumu,
artık onlar için başkaca “önemli
başka şey” yok gibi. Hem bende
yiyorum fırçayı ya kızımdan,
dönüp bana bir keresinde, “baba,
sen hiç annemle böyle telefonda
konuşabildin mi?” diyor, “sevda
nedir,aşk nedir bilmiyorsun,
beni anlamıyorsun”u ima
edercesine..Gülüyorum, “hayır,
konuşmadım kızım” diyorum tabi,
bizim zamanımızda cep telefonu
değil şu çevirmeli telefonlar
vardı. O da çoğu evlerde zaten
yoktu. Çocuk haklı, bizim
zamanımızda da cep telefonu
olsaydı acaba böyle konuşabilir
miydik!? Konuşamamak bizim
suçumuzmuş gibi, bu resmen güzel
bir fırçaydı kızımdan yediğim.
zamane gençliği böyle, ne
yapacaksın!


 


Bir keresinden oğlum bana
babamın yanında, yabancı bir maç
seyrederken bir pozisyon yorumu
sırasındaydı  galiba,  “ne
diyorsun oğlum, bırak ya, öyle
kırmızı kart mı olur” diye
ağzından kaçırınca, hemen babama
dönüp, “baba, bak yekta bana ne
diyor” dedim. babam, güldü,
kafasını salladı. Hem zaten
babamda duyuyordu söylenenleri..
ne desindi, zamane gençliği..
arkadaşları arasındaki konuşma
tarzını, dedesinin yanında
babasıyla da sürdürebiliyor. Ben
dedemin yanında babama, “oğlum”
diyebilir miydim? Ya da bizim
kuşaktan kim bunu yapabilirdi?


 


Amcaoğlu Öner, benim “kankam”
sayılır. Anlatıyorum kızımın
telefon muhabbetini, gözlerini
açıyor, sinirleniyor, “bana
benim kızım bunu yapacak
öylemi?” der gibi tepki
gösteriyor. “bir daha öyle
yaparsa, de ona ki..” diye
saydırıyor babası gibi.. Babası
Erdal’a nasihatte bulunuyor,
“oğlum, bak ne olursa olsun
sakın yalan söyleme, hep doğruyu
söyle. Yalana başvurma
sakın”..Aradan bir süre geçiyor.
Kış mevsimin de hep bir arada
oturdukları sırada birisi
havalanıyor, baba, “kim şey
yaptı, ne kötü koktu, kimdi bunu
yapan”diyor. Erdal, “bendim
baba” diyor. Babası bu kez,
sinkafla başlıyor söze, sonra
da, “bari söylemeseydin, hem
yapıp hem ne diye ben yaptım
diyorsun” diye kızıyor
oğluna..Erdal da, Babasına “hee,
sen bana hiç yalan
söylemeyeceksin dememiş miydin?
deyip, babasına tepki
gösteriyor. O çocuk, ne yapsın
şimdi? Biz doğruları söyleriz de
doğruların söylenmesine pek
tahammül edemeyiz toplum olarak.
Bu her yerde aynı değil mi?


 


İnsan kitaplar okuyor, sonra o
okuduğu kitaplardan
öğrendiklerini söylüyor diye
bizde birileri kızmıyor mu?
Nedir şu SHOW TV’de, geçen hafta
ilk bölümü yayınlanan “ Muhteşem
Yüzyıl” adlı dizi ile ilgili
yapılan tartışmalar. “Bu dizi
baştan sona, Osmanlı tarihi ve
Kanunî Sultan Süleyman’a hakaret
içeriyor” diye eleştirilmiyor
mu? Sanki, o dizi tamamen bir
hayal ürünüymüş gibi birileri
oturup, böylesi hiç yaşanmamış
bir şeyler uyduruyor ve sonrada
ekranlara yansıtıyor gibi
tepkiler yok mu? Nedir bu
tepkilerin nedeni sizce? Daha
dizinin ilk bölümü yayınlandı ve
kıyamet kopuverdi. Sabır yok,
tahammül yok, bir şartlanmışlık
var, hep kahramanlık türküleri
ile yetiştirilmiş topluma,
dizinin “harem” bölümü ağır
geliyor.. “olmazzz, olamazzz”
diye itirazlar var.  Oysa
tarihçiler, bu tepkilere yine Tv
ekranlarında gülüyorlar öyle
değil mi? Biz neyi ne kadar
doğru biliyoruz ki?


 


TRT’1’de de bir dizi
yayınlanıyor, hani Çarşamba
günleri. BDP’lilerin tepki
gösterdiği dizilerden biri
“Sakarya Fırat”taki
Er
Hasan Turna (Sarı hoca) / Çağdaş
Onur Öztürk’ün sevdiği kızdan
“beni evlendiriyorlar” diye
telefon gelmesi üzerine,
arkadaşı ile izin alıp köyüne
gidişi ve Cami imamı babasının
ona karşı tutum ve
davranışlarına dikkat
etmişsinizdir. Hasan Turna, o
sevdiği kızın nikahını bir
başkasına kıyacak bu haftaki
bölümünde galiba..Bu sahneler,
olmayıp da sırf senaryo gereği
yapılıyor değiller bu ülke de,
kaç Hasan Turna vardır kim
bilir? Sevgiye, sevdaya
saygısızlık, temelde insana
saygısızlıktan başka ne anlama
gelir ki?



 



Kendimden de biliyorum çünkü,
ilkokul beşinci sınıftayız. Okul
müdürünün kızını seviyorum
güya.. Hava yağmurlu ve bende o
gün sınıf nöbetçisiyim. O
zamanlar teneffüsler on beş
dakika mı yarım saat mi tam
hatırlamıyorum ama uzun
bayağı.Bizim sınıfın kızlarından
dört tanesi, yazı tahtasının
önünde voleybol oynuyorlar.
Tozutmasınlar diye, top
oynamamalarını istedim, uyardım
pek aldırmadılar. Birkaç kez
ikaz ettim, sonra da “topunuzu
alır, çay bahçesine atarım”
dedim. Zaten okulumuz tek katlı
ve hemen pencerelerin önünde
çaylık var. Ben bunu söyleyince,
adı Meryem olanı döndü bana,
“bende seni müdüre söylerim,
onun kızını seviyorsun diye?”
beni tehdit etti. Kendi kendime
dedim ki, bir kız, bir başka
arkadaşını seviyorum diye
kalkıp, müdüre şikayet edebilir
mi? Bunun bir mantığı yok.
Diyemez dedim nasılsa ve bunlar
oyuna devam ettikleri için de
aldım toplarını, fırlattım çay
bahçesine..O ıslak çaylıktan
topun alınabilmesi zor tabi.



 



Bizim Meryem, o kızgınlıkla
geçti doğruca müdürün kapısına
dayandı. Kapıya vurdu vuracak,
bana bakıp, “git topu al, bize
getir, yoksa senin kızını
sevdiğini müdüre söyleyeceğim”
diyor. Baktım suratına, ciddi
ciddi vurdu vuracak, “aman”
dedim,  “git söyle”.. vurdu
kapıya, girdi müdürün odasına,
“herhalde başka bir işi vardı”
diye düşündüm o sıra. Sonra
dışarı çıktı, bana, “müdür bey
seni istiyor” dedi. Allah Allah,
şaşkınım. “gerçekten mi”,
yanaştım bu kez  müdürün
kapısına, kapıya vuracağım,
bakıyorum Meryem’e, “şaka, şaka”
desin diye ama yok, “git, git,
seni çağırıyor” diyor, hala
ciddi. Vurdum kapıyı, girdim
içeri.. müdürbey, masasının
üzerine oturmuş, elinde bir
çubuk, ağırdan ağırdan masasına
vuruyor. “sen, benim kızımı mı
seviyorsun lan?” dedi.



 



İrkildim, ıkındım, yüzüm
kızardı, ne desem ki, “Evet”
dedim. Sert sert baktı bana
önce, sonra da “sen kim, benim
kızımı sevmek kim?” der gibi,
“bana bak, bir daha
duymayacağım, ne sevmesiymiş bu
böyle. Bir daha duyarsam benim
kızımı sevdiğini, alırım seni
ayağımın altına ve eşek sudan
gelinceye kadar da döverim,
anladın mı?” diye bağırdı. O an
beynimden vurulmuşa döndüm,
içimden “anlamaz mıyım(!),ne
lanet adamın kızını sevmişim,
kahrolası” dedim kendi kendime..
bir kız hem de müdürün kızı
sevilir miymiş, nasıl
severmişim, ya görüyor musunuz
bizim kuşağın sevdalık
hallerini..sevmekten
vazgeçmiştim, sıkıysa
vazgeçmeseydim hoş.zaten
gurbetteydim, bir de el
memleketinde sevmek mi, tövbe!..
Ondan sonra Meryem’le bir süre
küs kaldık, sonra yine barıştık
tabi..Benim çocuklarım on
yaşlarındayken bile hala o
sevdiğim müdürümün kızının bekar
olduğunu duymuştum dayısından
bir tesadüf eseri..oysa ben ona
“Naber aşkım” bile hiç
diyememiştim..Kalın sağlıcakla..



 



Not: Bu yazım  aynı zaman da



www.karadenizolay.com

,



www.kuzeyhaber.com

ve Hizmet Gazetesi’nde
yayınlanmıştır.(mka)

Yorum bırakın