Öyle bir gündü ki, sormayın!

M. Kemal AYÇİÇEK – 2 Mayıs 2011 

Suriye’de
olaylar çığırından çıkıyormuş, Türkiye’ye 263 mülteci sığındı
bile , Libya’da Kaddafi’nin küçük oğlu ve 3 torunu, NATO
Operasyonlarında yaşamlarını yitirmiş, Türkiye’de tüm siyasi
partiler tam gaz seçim çalışmalarına hız vermiş ama ben tüm
bunları es geçiyorum. Hatta şu  Telekomünikasyon  İletişim
Başkanlığı’nca “engel” konan 12 bin 341 websitesinden söz
edecektim, böyle “yasak”lı anlayışın ülkemizin gelişmişliği ile
bağdaşmadığını yazacaktım, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da
“ÖSYM Başkanı süreci iyi yönetemedi” dediği, YGS’deki “şifre
tartışmaları”na değinecektim ama yok ben yine Eminbey’i
dinleyeceğim bu hafta da. Çünkü Eminbey’i ilk defa böylesine bir
isyancı gördüm, yaşadığı bir günü anlatmaya başladı;

 

“Sabah işyerimi geç açtım.
Mesai günlerinin sonuncusu aslında ama gazete okurları var.
Sabahın erken saatlerinde gazete okumadan güne başlamak hemen
hemen bir alışkanlıktır okurlar için, magazin sever okurların
belki okuma saatleri biraz daha kuşluk vakitlerine varır.
Müşterilere haksızlık yaptığımın ezikliği içindeydim ki,
işyerimin önünde candan dost arkadaşım semih arabasında beni
bekliyor.

 

Birlikte açtık
işyerini..ben gazeteleri  stantlarına yerleştirirken o da gelen
müşterilerle ilgilendi.  Hava güneşli ama zaman zaman  rüzgarda
esiyor. Sabah kahvaltımızı bir sallama çay ve kekle yapıyoruz.
Bu arada Semih sık sık telefonla konuşuyor, sağdan soldan
aranıyor. Bir önceki gün sık sık çalan aynı telefonuna
bakmıyordu bile ama bugün daha bir farklı telefonlarda
dakikalarca konuşuyor. Tabi telefonlu mesailerde mutlaka bir
sıkıntı vardır. Yoksa durup dururken kimse öylesine telefonla
konuşmaz..………………………………..yazının devamı için tıklayınz

Askerler, babasının hayrına mı askerdir?

M. Kemal AYÇİÇEK – 15 Şubat 2010

Öyle günlerdeyiz ki, her şeye sabırla yaklaşmak gerekiyor. Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ, önce Hürriyet ardından da Habertürk’e içini döktü. “sabrımız taşarsa” diye de ekledi. Ardından da CHP lideri Deniz Baykal, “kulak verin bu çağrıya” diye hemen sahip çıkıverdi söylemlere. Oysa iki hafta öncesine kadar Ana muhalefet partisi Lideri aynı Baykal, “ya bu komutanı görevden al” diye başbakan Erdoğan’a çağrı yapıyordu. Bu nasıl ikilemdir böyle?

Askerler için bir söz vardır hani, “asker, asker doğar asker ölür” diye, bilirsiniz. Tabi, asker ömrünü  savaş senaryoları ile geçirir. Başkaca meslek bilmez ki, emekli olunca ne yapsın? O kendince vazife edinir ve de resmiyette olmasa da kendince askerliğini sivil de de sürdürür. Çünkü, o sivilliğin ne olduğunu bilmez, yaşamamış ki nerden bilsin öyle değil mi? Askerin en iyi bildiği iş, silahların kullanılması, hangi silahın nerde kullanılması ve de nerde hangi silahın daha etkili kullanılabileceğini bilir, var mı başka bildiği?

Yani İstanbul’da yaşayan bir asker, emekli veya değil akşamları nereye gider, Taksim’e, Beyoğlu’na, İstiklal caddesine gider mi? Düşünsenize, sivilden insanlarla arkadaşlık kurmaktan çekinen ve salt bürokrasi içinde o da sırf kendi rütbe veya dengi insanlarla muhatap olan asker, emekli olunca sivil insanlarla nasıl selamlaşsın? Bunu gururuna yedirebilir mi? Resmi görevdeyken sıradan insanlara “tepeden bakmayı” vazife edinmiş bir rutbeli asker, emekli olunca kalkıp da o siviller arasına girer ve onlarla aynı ortamlarda takılabilir mi? Aslında, normal olan askerin görevli veya değil normalde toplumda bir normal birey olabilmesidir ama ülkemizde maalesef bu, oluşturulmuş fiziki mekanlarla ayrıştırılmıştır.

Onun için askerin gözünde siviller, daha bir zenci olabilirler. Bakışlarda o sezilir zaten, adam camiye gitse de oraya bir nizam intizam getirme peşine düşünce zaten belli eder kendini. Oysa sivillikte “sabır” vardır. “uyum” vardır, yaşadığın çevreye ve topluma ama bu onlarda “mahalle baskısı” gibi dışa vurur. Onlar hayata, kendi gözlükleriyle bakmayı bildikleri için normal sivil insanların bakışını pek algılayamaz ve de normal sivillerle birlikte olduklarında zaten sırıtırlar.

Daha önce de yazmıştım, asker, polis, gazeteci veya her hangi bir yerde görev yapan kim olursa olsun, bu ülkede özellikle birer “insan” olamazlar!. İnsan olurlarsa görev yapamazlar onun için öncelikle tercih yapmaları gerekir, insan mı Asker mi? Veya İnsan mı polis mi? Veya Gazeteci mi insan mı? gibi. Bir bakın hele, itfaiyecilik demiyorum. Çünkü itfayecilerin hayatı “insan”lık zaten. Onlar, yanan bir evi, dükkanı, oteli veya herhangi bir yeri sırf “insan”a zarar gelmesin diye canını ortaya koyarak söndürmek için görev yaparken, polis veya asker, duygularıyla hareket ettikleri zaman görevlerini yapamamış olurlar. Asker, “ben insanım” derse, gidip, bir başka insanı vurabilir mi? Polis de aynı, gazeteci de aynı. Gazeteci, “insanım” derse, yanan bir insanın önce canını mı kurtarır yoksa o yanan insanın fotoğrafını çekmeye mi çalışır? Önce yanan insanın fotoğrafını çekerse görev yapmış olacak, yok önce yanan adamı söndürmeye koşarsa bu kez de görevini yapmamış olmaz mı? Oysa gazeteciden beklenen cayır cayır yanan insanın fotoğrafının çekilmesidir.! (Şefi,müdürü,amiri onu bekler, başkası beklemese bile)

Asker, önce “insan” olsa, Dünya’da savaş olur mu? Ama asker, “önce askerim” derse, Dünya’da da savaşın olmadığı gün olmaz. Baksanıza, yok mu Afganistan’da savaş. NATO, en büyük katılımlı askeri harekata girişti diye haberler okuyoruz değil mi? Savaş, kime karşı? Başka “insan”lara karşı? Öncelikte düşünülen “insan” olsa, savaş olur mu? Demek ki bu savaşların arkasında “insan”lıktan başka sorunlar var veya amaçlar veya gayeler var. Öyle değil mi? Herkes insan olsa, bu insanları zaptı-rapt altına almak gibi bir düşünce olabilir mi?

ABD de ne diyor, “İran, bizim için tehdit, ortadan kaldırılmalı, nükleer silah yapmamalı, onların sağı solu belli olmaz, bunu durdurmalıyız” gibi bir mantıkla, “saldırıya” zemin aranmıyor mu? Dünyanın  “insan”ın ne olduğunu tümden anlaması lazım. Hala bir takım ülkelerde “insan” nedir bilinirken, bir çok ülke ki buna Türkiye’de dahildir, “insan” nedir hala bilinmiyor, bu bilinebilse hiçbir insana bu ülkede silah doğrultulamaz. Öyle değil mi? Çünkü, “yaşam hakkı kutsaldır” diye bilinir. Öyle olsa, tüm herkesin yaşam hakkının kutsallığına tüm dünyanın inanması gerekir. Yoksa  ABD’deki tüm insanların yaşam hakkı kutsal ama İran’da veya Irak’ta veya Filistin’deki insanların yaşam hakları hala kutsal değildir gibi bir mantıksızlık sergilenmez öyle değil mi?

Şimdi gelelim kendi konumuza, yani Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ’un .……………………..yazının devamı için tıklayın

Rusya ile vizeler kalkarsa ne mi olur?

M .Kemal AYÇİÇEK – 18 Ocak 2010

İşler özelikle Dış İşlerinde iyi gidiyor ya, aynı iyiye gidiş İç İşlerine de yansırsa diye kaygı duyanlar, Türkiye ile arasında Vize uygulamaları kalkan ülkelerle ilgili pek de aşağılayıcı, küçümseyici, alaycı tavırlarla güya bu vizelerin kalkmasının bir başarı olmadığından söz ediyorlar. Eski de kalmış düşünce kalıpları arasında sıkışmışlıklarının gereği belki ama ben onlar gibi düşünmüyor ve vizelerin kalkmasını çok önemsiyorum. Şimdi sırada Rusya Federasyonu ile vizelerin kalkması olayı var. İnşallah olur.

İki yıl öncesiydi, AB ile ilgili bir yazımda “mecbur muyuz AB’a serbest dolaşım için, bunu Rusya ile neden yapmayalım ki?” demiştim. Şimdi Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Rusya ziyaretinin ardından karşılıklı vizelerin kaldırılması için teknik çalışmalar başlatıldı. Rusya Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Andrey  Nesterenko,  Rusya Devlet başkanı Medvedev’in, Rus-Türk İşbirliği ilk toplantısı ve Rus-Türk Diplomatik ilişkilerin 90.yıldönümü için Mayıs-Haziran aylarında Türkiye ziyareti yapacağını açıkladı. Başbakan Erdoğan’da her iki ülke arasındaki vizelerin kalkmasıyla ilgili Medvedev’den bir sürpriz beklediklerini, yani Türkiye’nin vizenin kalkmasına hazır olduğunu açıkladı.

Rusya Devlet Başkanı Dimitriy Medvedev’in Mayıs veya Haziran aylarındaki Türkiye ziyaretinden beklenti, vizenin her iki ülke arasında da kaldırılmasıdır. Eğer, Rusya ile de Vizeler kalkarsa Türkiye’den vize istemeyecek ülke sayısı 58’e yükselmiş olacak. Yani, Avrupa Birliği’nde 27 ülke arasında vize yokken, Türkiye’nin 58 ülke ile arasında vize sorunu olmamış oluyor. AB da 27 ülke, kendi içinde alış-veriş yaparken, Türkiye, 58 ülkeyle aynı durumu zaten yaşıyor olacak.

Türkiye’ye vize uygulamayan ülkeler ve özerk idareler, şimdilik Antigua-Barbuda, Arjantin, Arnavutluk, Bahamalar, Barbados, Belize, Bolivya, Bosna-Hersek, Brezilya, Ekvador, El Salvador, Fas, Fiji, Filipinler, Guetemala, Güney Afrika Cumhuriyeti, Gürcistan, Haiti, Hırvatistan, Honduras, Hong Kong, İran, Jamaika, Japonya, Karadağ, Kazakistan, Kırgızistan, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, Kolombiya, Kore Cumhuriyeti (Güney Kore), Kosova, Kosta Rika, Libya,Lübnan ,Makau Özel İdare Bölgesi, Makedonya, Maldivler, Malezya, Mauritus, Nikaragua, Palau Cumhuriyeti, Paraguay,Pakistan ,St. Vincent-Grenadines, Singapur, Solomon Adaları, Sri Lanka, Suriye, Svaziland, Şili, Tayland, Trinidad-Tobago, Tunus, Tuvalu,Tacikistan, Uruguay, Ürdün, Venezuela. Bu liste artık Rusya ile zenginleşir ve ardından Ukrayna belki Yunanistan bile eklenir. Bu durum, kötü mü olur Türkiye için?

Baktım hem bizim yaygın medya ve hem de bölgemiz medyasında sadece satır aralarında Rusya ile vizelerin kalkması olayına değinildi. Yani pek önemsenmedi. Her halde olayın hala farkında değiller veya sırf “iktidar başarılı gözükmesin” diye önemsizlik atfedildi. Ama ben çok fazla önemsiyorum Rusya ile Türkiye arasında vizelerin kalkması olayını. Rusya ile böyle bir süreç başlarsa Rusya’da yirmi dolarlık vize,  o ülke insanları için önemsenecek bir rakamdır. Bırakın o ücreti, psikolojik olarak bile önemli bir adım olur. Türkiye’de Rusya vizesi ……………………..yazının devamı için tıklayın

Nereye gidiyor Türkiye?

Nereye gidiyor Türkiye?

M. Kemal AYÇİÇEK – 4 Ocak 2010

Yeni bir yıla girerken, her zaman olduğu gibi yine “erken seçim var” diyenler, yeni yıla girdiğimiz için “yeni bir şeyler söylemek” zorunda olanların söylemi olarak kalır. Kısaca eski alışkanlıklarıyla hala siyaset yapanların tarzıdır, alışılagelmiş bilinen tekerlemelerle günü idare etmek. O zaman “erken seçim” olmaz, aksine bu meclis “Demokratik Açılım” gereği, demokratikleşmede gerekli adımları atmak için gece gündüz çalışır.

Türkiye’nin Suriye başta olmak üzere İran, Irak, Ürdün, Libya gibi ülkelerle daha sıkı işbirliğine gidişini, “yörünge değişimi” diye görenler var, buna bende katılmıyorum. Türkiye’nin konjoktürel “rol model” ülke oluşu, salt Güney’e açılımıyla değil, kendi ekseni değil sadece Afrika ülkelerine hatta okyanus ötesi ülkelere varıncaya dek uyguladığı “açılım” politikası, bu ülkenin tarihi misyonuyla alakalıdır.  Geçmişi ile geleceği arasındaki bağı iyi okuyabilen insanların yönetimde oluşunun getirdiği bir değişimdir bu Türkiye için. Aynı kültür yapısıyla yoğrulmuş şimdiki AK Parti Hükümeti üyeleri, “Aynı dil”i konuşabiliyor olmalarının avantajını kullanıyorlar.

Türkiye, Avrupa Birliği’ne sırt çevirmiş değildir ve çeviremezde zaten ama eskiden olduğu kadar “ilada bizi alın” yalvarmasından vazgeçmiştir. Evet, AB’a tam üyelik yolunda sanki son yıllarda biraz duraksama yaşanıyor gibi gözükse de bu sadece Türkiye’nin hevesinin kursağında kalmasından daha çok, AB’ın önemli iki ülkesi Fransa ve Almanya’nın şimdi ki liderlerinin “eski  Avrupa”cı anlayışlarından kaynaklanmaktadır.

Arap ülkelerinde Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, Arap dünyasında 2009’un en sevilen lideri seçilmiş. Beşar Esad’ın çağdaş Dünya’ya entegre etmeye çalıştığı ülkesi, eski kapalı Baas yönetiminden koşar adım demokratik bir ülkeye gidişin öncülerinden oldu. Bu değişim algısı salt Arap Dünyasında değil tüm Dünya’da gelişen bir dalga. Bu ABD’de Hüseyin Barac Obama’nın başkan oluşu ile doruk noktasına ulaştı. Ama aynı değişim, Avrupa da tam da tersine etki yaptı ve Almanya ve Fransa, bu değişim sürecini tam okuyamayan ülkeler oldu.

Türkiye’de “eksen kayması” denilen, farklı kültür etkisinde kalmış ve eski geleneksel anlayışın temsilcileri tarafından dillendirilen bir ifadedir. Yoksa Türkiye halkı, Türkiye’nin eksen değiştirmekten ziyade, zaten ABD’de ifade edildiği gibi “Rol model” anlamındaki bir süreci başlatmış olan ülke konumundadır. Bu politikalar devam ederse “Türkiye nereye gider?” sorusunun cevabı, Türkiye’nin bulunduğu coğrafya da değil sadece Dünya’da, sözünün öneminin altı çizilecek ve görüşlerine sık sık başvurulacak bir ülke konumuna gelmiş olmasıdır.

Kısaca Türkiye, “kendisi için istemediğini başkası için de istemeyen” bir ülke olarak tüm Dünya’da daha da etkin rol oynayacaktır. Soğuk savaş yıllarının kendi içine kapattığı, sadece NATO aracılığı ile sözde Dünya ülkesi durumundaki Türkiye, şimdi Dünya’da barışın sağlanması için önemli roller üstlenebilecek durumdadır. Atatürk’ün belki Türkiye’de bilinen ama Dünya’da pek bilinmeyen “Yurtta sulh cihanda sulh” sözü, artık tüm Dünya’da bilinecek ve bu sözü Atatürk’ün sadece Türkiye için değil Dünya için söylediğinin farkına varabilecektir.

Şimdi hemen “iyi, güzelde baksana Türkiye’de Ordu-yargı, Hükümet-muhalefet bir araya gelmiyor ve tüm kurumlar adeta birbirleriyle kavgalı halde” diyenlerin etkisinde kalanlarınız olabilir. Ama unutmayın ki, Demokratik bir ülkenin şartlarının tam oluşmasının sancıları elbette birazda normal aklın ötesindeki bazı gelişmelere bağlıdır. Bu ülkede, herkesin ama herkesin kendi asli görevini yapmasının sağlanması, sadece bu ülkenin daha aydınlık yarınlara gidişimizin teminatı olur. Eğer, kendi görev ve sorumluluk alanlarının dışında bazı işlere kalkanlar varsa, onları kendi esas görev alanlarındaki işlerini yapmaya yöneltmek elbette bu sistem içinde çözülecektir. Her sıkışıldığında veya öyle gösterildiğinde “ordu göreve” tarzındaki pankartları hazırlatanlar, bu ülkeye geçmişte de gelecekte de çok bedeller ödettiler. Ama artık bu ülke, salt Dünya’yı okumaktan aciz o tiplerin duygu ve düşüncelerinden çok bu “bilgi çağı”nı okuyabilenlerin duygu ve düşünceleriyle şekillenecek ve gelecek nesillere hür ve özgür birer bireyler ülkesi olarak kalacaktır.

Ordu, elbette bir ülkenin gözbebeği, can damarıdır. Ama o ordu’yu bahane ederek, o Ordu’nun içinde yer alıp, bu ülkeyi mevcut komutanlardan dahi “koruyacak” bir zihniyeti barındırmasını her halde kimse haklı gösteremez. Bu ülkeye hizmeti geçmiş ama emekliliği gelmiş diye bir kenara çekilmeyip, “bu yeni nesil, çoluk çocuk bunların aklı ermez bu ülkeyi korumaya, bu ülkenin asıl sahibi biziz” gibi bir takım duygularla bireysel hareketlere girişmek, kendi akıl ve mantıklarıyla sözde bir takım örgütlenmeler ve silahlanmalarla bir takım planlar yapanlar, bu ülkenin görevdeki insanlarına da hakaret etmiş olurlar, mensup oldukları milletlerine de haksızlık yapmış olurlar.

Bu ülke için bir saat bile fazla nöbet tutan ve bir saat fazla mesai yapan insanlara elbette bu milletin şükran duygusuyla içten teşekkürü vardır ama “bizsiz olmaz” düşüncesiyle hala ve ısrarla, bir takım planlar yaparak halkın oylarıyla iktidara gelmiş mevcut Hükümeti, “bize ters abi” diyerek devirme planlarına kalkışmak.…………………yazının devamı için tıklayın

izlenme

Nereye gidiyor Türkiye?
widget

Başsavcı yargılanmalı !

Nereye gidiyor Türkiye?

M. Kemal AYÇİÇEK- 30 Eylül 2003

 

 

            Yargıtay 6.Dairesi’nce  DEHAP’ın  Üst düzey 4 yöneticisi için verdiği mahkumiyet kararının ardından ülkede bir yıldır görev yapan Parlamento tartışılır hale getirildi. Elbette bu bir yargı sürecidir ve de yargının hükümleri de yerine gelmelidir.

 

Hukukun üstünlüğüne inanıyorsak elbette mahkemelerin (Cüzdanla vicdan arasında kalmamış) verdiği kararları saygıyla karşılamak zorundayız. Aynen yargı kararına uyulması noktasında  hareket edilmelidir. İyide nasıl hareket edilecek?

 

            Olayın bu yargı sürecine gidişine bakmadan sonundaki kararı da doğru okumak mümkün değildir. 3 Kasım 2002 Erken Genel seçimleri öncesinde  Yüksek Seçim Kurulu, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısına “ falanca filanca partilerin seçime girmesinde sakınca var mı”? diye sormuş.  Bu yüce makamdan verilen yanıtta denmiş ki, “elcevep; falanca, filanca partinin seçime katılmasında sakınca yoktur”

            Yüksek Seçim Kurulu (YSK) da buna istinaden seçim için oy pusulalarını bastırıp ve seçime gidilmiş. Ardından da seçimin hemen öncesinde tüm hazırlıklar tamamlandıktan sonrada bu kez aynı Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, YSK’ ya “ Hayır, filanca parti seçime sokulmamalı” diye itirazda bulunmuş!          

 

            Kim bu  Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı? SABİH KANADOĞLU.. YSK’ nun  başta danışıp görüş aldığı başsavcı..ihbarda bulunan kim? yine aynı makam. Sonra bu itirazı YSK reddetmiş ve sayın Yagıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, itirazını mahkeme kanalıyla devam ettirme yoluna gitmiş ve bugün de Yargıtay 6. Dairesi’nin 4 DEHAP  ’lı üst düzey yöneticisinin mahkumiyet kararını vermesine yol açmış.

           

            DEHAP’ın üst düzey yöneticileri ne ile suçlanmış? “resmi evrakta sahtecilik” ten, yanı devlete yanlış ve eksik bilgi ve belge vermekten yargılanıp mahkum olmuşlar. Peki bu partinin ilk sorulduğunda seçime girmesinde mahsur yok diyen, ardından  seçim takvimine girildikten sonra karar değiştirip “yok yok mahsur vardır” diye itiraz eden  Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun  suçu yok mu dur? Görevi ihmal  yok mu dur? Ya da görevi su istimal yok mu dur?

Madem DEHAP ’lılar devleti yanlış ve eksik bilgi ile oyalamış ve yanıltmıştır, o zaman Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih kanadoğlu’da Devlet görevini ciddiyetle takip etmediğinden ve görevini layıkıyla yapmadığından hakkında soruşturma açılıp en az DEHAP ’lı o 4 kişinin çarptırıldığı cezayı almalıdır. Hukuk Devleti’nde hiç kimsenin yaptığı yanına kar kalmamalıdır.

Şimdi koskoca bir ülke, AB kapısında son hazırlıklarının yapılmakta olduğu bir dönemde tüm ….…………………….yazının devamı için tıklayın