Avrupa’ya söveceğiz


Beyaz Gömlekli siyasetçiler

 M.Kemal AYÇİÇEK -29 Eylül 2005

 

 

 

Şunun şurasında 3 Ekim’e ne kaldı ki? Avrupa Birliği için 17 Aralık 2004 tarihinde Avrupa Birliği Ülkeleri liderlerinin Türkiye için müzakerelere başlangıç tarihi olarak ifade edilen 3 Ekim 2005 tarihinde geri sayım sürerken, AB Parlamentosu’nda  alınan “ Sözde Ermeni soykırımının tanınması” ve “Güney Kıbrıs’ın bir an önce tanınması” gibi bir takım kararların pek yenilir yutulur türden olmadıkları ve her Türkiye vatandaşının canını sıkacağı aşikardır.

 

Bunun için belki bu süreç boyunca bir çok kez masadan kalkma hatta hiç oturmamak gibi çok büyük tartışmaları da yaşayacağız. Bu süreçte elbette bir çoğumuz bireysel olarak AB’a çok ağır küfürler edeceğiz, tabi sinirlerimizi yatıştırmak ve sabrımızı korumak adına yapacağız bunu, belki egomuzu böyle tatmin etme yoluna gideceğiz ama bu kadarla kalsak diyorum. Salt sövmeyle, küfürle kalsak diyorum tabi. Hoppala nerden çıktı bu sövgü denebilir ama unutmayalım ki bizim kültürümüz de aynı zaman da “kem söz sahibine aittir” ifadesi yer alır ve bunu da dikkate almalıyız.

 

Elbette sövgüden veya küfürden medet ummak gibi bir meziyet önermiyorum, bir çok insan böyle düşünebilir ve yapabilir diyorum ama bence ne küfredip ve ne de sövme yerine biz sabırlı olmak zorunda olan bir tarafız. Avrupa Birliği, bizim için olmazsa olmaz şart değildir.Biz Avrupa için ısrar edeniz ve onların birliğine talip olan tarafız.Bunun için adil ve de hakkaniyetle gerçekten o birlik içinde yer almamız mümkün olabilecekse elbette bizde bunun gayreti için sabırlı olur ve müzakerelerde tezlerimizi Avrupalılara izah eder ikna eder ve yol alırız ha bizim de ikna olmamız gereken yerler varsa ki (elbette var) o zaman biz de ona ikna oluruz.

 

Adı üzerinde zaten “müzakere” yanı görüşme, diyalog ve de uzlaşı hepsi var bu sürecin içinde, bunu zamanla sabırla ve de ikna ederek, tezlerimizi savunarak yerine getirebiliriz. bunun için bizim dışardan sövme veya küfür gibi gazellere pek ihtiyacımız olmaz zaten.

 

Bir kırımlı gençle konuştum, 50 Milyon  nüfuslu Ukrayna’da sadece 300 bin kişi kadar Kırımlı tatar bulunduğunu ve onların da egemenlik mücadelesi verdiklerini anlatırken, anneannesinin kendilerini nasıl yetiştirdiklerinden söz etti. Reşad adındaki bu genç, “Suya dayanma rusa inanma”, “Rusla dost ol ama yastık altından baltanı eksik etme” gibi atasözlerle büyüdüklerini anlatırken, “fırsat kolluyoruz, en ufak bir durumda bizde kırımlılar olarak bağımsızlığımızı geri alacağız” ifadesini kullanırken, Ukrayna’nın da Avrupa Birliği’ne girmek için azınlık haklarını tanıdığını ve bunu yapmazlarsa Avrupa Birliği’ne giremeyeceklerini bu yüzden de kendilerine çok büyük bir fırsat doğduğunu,  1944 yılında sürgün gittikleri Ortaasya’dan 1989 yılında geri döndüklerini ve şimdi kendilerine gösterilen verimsiz ve bakımsız arazilerden sahile doğru zor kullanarak yerleşim gayretinde olduklarını söyledi.

 

Kırımlı Reşad’ı dinlerken Türkiye’deki azınlıklarda aklıma geldi ve aynı şeyi onların da yapabilecekleri ve bunun temel insan haklarından olduğunu kabul ettim. Türkiye’de “biz de varız” diyerek ortaya çıkacak veya çıkmış tüm insanların bu hakları elbette vardır ve olmalıdır ama bu hak, adaletsizliklerin ve de zulmün varlığı ile ortaya çıkar. Hiç kimse gerçekten hakkı yenmemişse gerçekten zulüm görmemişse bunun  serzenişi içinde olmaz ki, neden olsun ki? Eğer gerçekten böylesi bir kadre uğramışlık bazı kitlelerde varsa bu ezilmişliklerini gidermek ve haklarını vermek elbette “Devletim” diyen devletin görevidir. Devlet, insanlar için vardır ve onun dirliği, birliği, bütünlüğü ve bölünmezliği elbette ki insanlarına gösterdiği şefkatle ilgiyle ve hizmetle alakalıdır. İstediğimiz kadar kürsülerden Türkiye’nin “Demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti” olduğundan söz edelim ama bunlar reelde yoksa bunu bile bile o kürsüdekilere  şu Vizontele’deki belediye başkanına Cem Yılmaz’ın “atma atma” dediği gibi “neden yalan söyluyorsun” denmez mi? Doğruyu söylemek ve yapmak elbette öncelikle Devletin görevidir. Devlet insan değildir, yalan söylemez!

 

Kendi Devletimizin gücünü, o devlete güvenen vatandaşları oluşturur.Silahlı kuvvetler güç değildir! Silahlı kanat,salt savaş gücüdür. Onun dışında Devleti güçlü yapan o devletin eğitimli insanlarıdır. Devlet, her yerde vatandaşın karşısına memuruyla yöneticisiyle amiriyle çıkar ve her zaman sınanır da aynı zamanda. Bunun için Devletim diyen devletin çalışanı da devlet kadar özenli ve de birikimli olmak ve de devlet onurunu korumak ve kollamak zorundadır.Onun için Devlet, vatandaşın hizmetkarıdır ifadesi bu ülkenin Başbakanının dilinden düşmemektedir, ve doğrusuda budur. Ama ne yazık ki bugüne dek, yaşayan insanlar bu eksikliği her kademede her zaman maalesef görmüş yaşamış ve bugünlere maalesef iç burukluğu ile gelebilmiştir. Avrupa Birliği yolundaki Türkiye, Muasır medeniyet ülküsüne bunun için muhtaçtır ve bunun için orada yer almak istemektedir.Ancak, orası yani AB’de dikensiz gülbahçesi elbette değildir ve olmaz da bunun bilinci ile oraya yürümekte ısrarcı olmalıyız. Ne pahasına olursa olsun değil elbette adil şartlarda onurla gururla yürümeliyiz. Sövmeden, küfretmeden sadece sabırla ve de eğitilmiş insanımızın azmiyle başarılarıyla gencimiz ve ihtiyarımızla omuz omuza Dünya insanlığından bir parça olarak oraya yürümekten çekinmemeliyiz. Kalın sağlıcakla

 

 

 

Foto Galeri

Yorum bırakın