Referandum’da “evet” diyeceğim!


 

M. Kemal AYÇİÇEK- 17 Ekim 2007 

 

Pazar günü yine sandık başına gideceğiz ama bu kez öyle kalabalık partiler listesi yerine beyaz ve kahverengi oy pusulalarının ifade ettiği “evet” veya “hayır” diyeceğiz. Zihnimize fazla mesai yaptırmadan, sandıklarda kuyruk beklemeden bize verilen bir hakkı teslim edeceğiz. Bu hak, vatandaşlık sorumluluğumuzun gereğidir. Ama, bu kez oy kullan veya kullanmamanın da bir cezası olmayacak!

 

Türkiye’de ilk defa referanduma, 1960 Anayasasının kabulü sırasında başvurulmuştur. Katılan seçmenlerin % 62’si evet, % 38’i hayır şeklinde oy kullanarak; Kurucu Meclis’in hazırladığı Anayasayı kabul etmiş oldu. 1982 yılındaki, Danışma Meclisi tarafından hazırlanan Anayasanın referandumunda ise, kabul oyları % 91’i geçti. Red ise % 9 idi. Yeni anayasa ittifaka yakın bir çoğunlukla kabul edilmiş ve seçmenlerin tasvibini almıştı.

 

 Şimdi ki Referandumda da ,11. Cumhurbaşkanımız Sayın Abdullah Gül’ün 22 Temmuz seçimlerinden önceki seçim sürecinde  TBMM’nin toplantı yeter sayısı üzerinde Anayasa Mahkemesi’nce verilen 367 kararı ve sonrasında gelişen hukuki tartışmalara son vermek, 12. Cumhurbaşkanımızdan başlamak üzere Cumhurbaşkanlığı seçimlerini toplantı yeter sayısı 184 olmak üzere, 5 artı 5 şeklinde yapmak ve TBMM  Milletvekilliği seçimlerini de 4 yılda bir yapmak  için “Evet” mi?, “Hayır” mı? nın cevabını millet olarak vereceğiz.

 

Referandum’la bundan sonraki Cumhurbaşkanlarımızın seçimi de artık TBMM’de Milletvekillerimizce değil doğrudan halk tarafından seçilmesine olanak sağlanmış olacak.

 

Ben 1982 Anayasasına da “evet” demiş bir birey olarak bu kez de beyaz oy kullanacağım. Yani “Evet” diyeceğim çünkü; olaylara öncelikle olumlu açılarından bakmayı severim. “Evet” de, “hayır”a göre daha olumlu bir cevaptır diye düşünüyorum. Bu kadar basit mi? Yani, neden olmasın!

 

Beni, oy vererek yetkilendirdiğim Milletvekili, ne kadar temsil edebildi, gördük. Oysa ben daha Cumhurbaşkanlığı tartışmaları başlamadan geçen yıl Aralık ve Ocak aylarında 11. cumhurbaşkanımızın Abdullah Gül olması gerektiğini, Çünkü son yıllardaki performansı ve de Dünya’nın konjoktürel durumunu da dikkate aldığımda ondan daha güzel bir cumhurbaşkanı adayımızın olmadığına inanmıştım.

 

 Ama Meclis’te 24 Nisan’daki 22.Dönem TBMM’nin seçemediği Cumhurbaşkanı Gül,  28 Ağustos 2007 tarihinde seçilebildi. Yani benim, ikinci kez yetkilendirdiğim Milletvekilince seçilebildi. Zaman kaybı olmadı mı? Oldu, zararı olmadı mı ülkemize? Oldu, kaybeden ülkemiz olmadı mı? Evet değil mi?

 

Demek ki, ben  ülkemize cumhurbaşkanı seçilsin diye iki kez aynı milletvekilimi görevlendirmek zorunda kalıyordum. Bundan sonra aynı durum tezahür etmesin diye de  o vekile verdiğim yetkiyi, kendi elime alıyorum. Bu kadar basit işte! Benim yetkilendirdiğim kişi, verdiğim yetkiyi kullanamayınca bende onu bu görevden azletmiş oluyorum. Öyle değil mi?

 

Şimdi bunun altında başka gerekçeler aramaya gerek var mı? madem ben bu ülkede bir bireyim ve ben de yaşıyorsam varım, o halde, varlığımın keyfini sürmek için bundan sonraki cumhurbaşkanlığına aday olacak olan değerlerimizi de yanımıza bekleyelim, onlarında nasıl bir Türkiye hayal ettiklerini dinleyelim ve onları biz kendi ellerimizle belirleyelim daha iyi değil mi?

 

Seçimler yapılır, aradan daha bir ay geçmeden başlanır iktidarlar yıpratılmaya, 100 gün, 500 gün ve ardından hadi bakalım “erken seçim” tartışmaları. “Kötü mü” diyenleriniz olabilir, bende katılırım ama seçimde “yenilen güreşçi güreşe doyar mı?” derim bende. Bu ülkede yetki verdiğimiz iktidarlara, ne diye hak edilen zamanı vermeden, “erken seçim”le, bu ülkenin zamanını ve parasını heba edelim. O kadar zengin bir ülke miyiz? Bu ülkenin kaybı sadece paramıdır? Kaybolan zamanın hesabını, geçen ömrümüzün hesabını sormayacak mıyız o cazgırcılara?

 

Toplum bilinçlendikçe onun yetkiyi eline almasından daha doğal bir süreç olamaz ama hala “Demokrasi, halka teslim edilemeyecek kadar değerlidir” diyenler var. Bu ülkenin seçkinci takımı, halkı hala hakir gören zihniyet var. Onlar, her şeyin en iyisini kendileri bilenler olarak bu ülkenin yönetiminin ilel ebed ellerinde olmasının mücadelesini böylece vererek rahatlıyor olabilirler ama uygarlık düzeyinin yükselmesi de o anlayışla olamıyor, olmadı!

 

Şimdi, kimse kimseyi küçümsemeden, hakir görmeden, her bir bireyin fikrinin de o seçkinci kimseler kadar önemli olduğunun farkında olarak sandığa gideceğiz. Kimse, kimseye efelenmeden, tepelenmeden bu ülkenin bir adım daha fazla atabilmesi için el birliği ile taşın altına ülkemiz bireyleri olarak her birimiz ellerimizi koyacağız, el vereceğiz, oy vereceğiz ve bu ülkeyi daha ileriye götürecek insanlara sorumluluk yükleyeceğiz. Var mı bunun ayrı gayrisi? Var mı bunun kötü yanı?

 

Tüm bunları düşünerek, 21 Ekim 2007 Pazar günkü Referandum’da ya “Evet” ya da “Hayır” diyeceğiz. Ben burada beyaz oy yani “EVET” diyenlerden olacağım, çünkü ben bu ülkeyi, o seçkinci zümreden daha çok sevdiğime inanıyorum. Ama belki de kahverengi oy yani  “Hayır” diyecekler, bu ülkeyi benden daha çok sevdiklerini iddia edebilirler, bende onlara  saygı duyarım tabiî ki. Sizce haksız mıyım? Kalın sağlıcakla.

 

 

Not : Bu yazım aynı zamanda  www.karadenizolay.com , http://www.kuzeyhaber.com , http://www.hizmetgazete.com ve Hizmet Gazetesi’nde yayınlanmaktadır.(mka)Foto Galeri

Yorum bırakın